6 Aralık 2015 Pazar

Şikayetname 2

Yaratılış Gerçeği
Şikayetname 2


2. Bölüm 

 

Bizim gibiler, günah olur diye düşünüp yapmaktan çekinirken çok şeyi, mutlaka hikmetler olduğuna inandığımız ;zor gelse de kabullendiklerimizi yaşam tarzı haline getiririz. Ama onların okuduklarında bunlardan bahis geçmiyordur, birebir yazmıyor diye inkâr edenlerden oluruz. Yaşamın bana uygun gördüğü zorlukların, başıma gelip göğüs gerdiğim sıra dışı felaketlerin; belki anlayıp ya da anlamayı fuzuli bulan insanlardan oluşan çevremde, sırf özel bir yerim olması adına, onlarla birlikteyken etkileme  alanımı  biraz genişletmek ve istediklerime ulaşmak için bir avantaj bile olamayacağını anlamanın  burukluğu içindeyim.


Dahası tam 62 yaşımdayken “Kendime nihayet aynı yaşta bir arkadaş buldum” derken; bir buçuk sene içinde belki onlarca kez, kendi ruhsal güvenliğini her şeyin önünde tutmayı  becermiş ve bunu yaşam tarzı haline getirmiş bu kişiden aynı tepkileri görmenin ve en acı geleni de özelliklerimi kusur olarak görmesinin hüsranını yaşıyorum. Özüme dönüp ;bol bol düşünmek ve onları  kaydetmek  istiyorum. Yaradılışımızın sırrına, etkilerden koruduğum arı düşüncelerim ve hem de bugüne kadar bu yola baş koymuş insanların  eserlerinden seçmeye çalışıp, almayı umut ettiğim yardımla birazcık da olsa gerçeğe vakıf olmak istiyorum.


Asıl misafirleri olduğumuz  dünyanın yaratılma nedeni bana öyle bir anlatılsın ki, insan olduğuma sevinebileyim. Tüm başa gelen felaketlerin, katliamların, onca oyunların döndüğü bu dünyanın yaratılma nedenini bütün bilimlerin ve pusula edinilmiş dini eserlerin ışığında anlamak istiyorum. Kendimi sıradan bir insan farz ederek yapmak istiyorum bunu. Çok da boş biri değilim. Yaşam  denen geçici ve önünü ardını bilemediğimiz olaylar bütününden, belli bir  zaman içine  hapsedilmiş dünya hayatından şu ana dek neler anladığımı aynen yazıyorum.


Türkiye’deki yaşadığım şu metre karemden ülkeme ve dünyaya baktığımda, anladığım ilk şey: Yerin altı ve üstü sürekli kaynamakta. Tarihçilerimizin ve istatistikçilerimizin önlerinde saygıyla eğiliyorum. Gökyüzünün gördüğümüzden ibaret olmadığını en cahilimiz bile bilir. Yeryüzü, yerin altı ve bunları çepeçevre saran;tüm gezegenlerin içinde ahenkle seyirlerini belli bir ritmle sürdürdükleri alan hakkında duyduklarımızın dışında tam bilgi sahibi olmadığımız için ;onları  takdir etmemizin bir şey ifade etmeyeceği o nadir bilim adamları… Bitmek tükenmek bilmeyen inceleme, yeni veriler  peşinde koşma arzuları ve bu mucizevî oluşumun farkındalığıyla  yaptıkları bu araştırmaların sonuçlarını belgelerle  gözlerimizin önüne sermeleri...Tam< Beş güneşli gezegen>... Bence  her şey bundan ibaret de değil. Yaradılış gerçeğini  sadece Allah’ın emrettiği ve  farz kıldıklarını,ezberlerde dondurup, rutinleştirmekle asla anlayamayız. Namazda, oruçta, Kelime-i Şehadet getirmekte, HAC vazifesini nasip etmesinde  nice değişik hikmetler var..Hacca kerelerce gitmek ise bu emrin gösterişe ve sıradan bir seyahatten alınan  zevke dönüşmüş dejenerasyonundan başka bir mana ifade etmez.Kerelerce gitmek yerine,ayırdığımız maddiyatı insanlara yardıma dönüştürmek bence akla gelmesi şart olan tek şeydir. Zaten gördüğümüzü sandığımız her şey hiç de gördüğümüz gibi değil. Bambaşka mesajlar var almamız gereken, fakat anlamaya  çalışmak bile altına girilemeyecek bir büyük yük.


Farkındasınız, muhakkak farkında olmalıyız ki bize çok şey meçhul. Sadece bu “GİZEM”bile  hepimiz için kocaman bir gerçektir. Mikrofon tutup günlerce, insan sayısı yettiğince bütün dünya ülkelerinin vatandaşlarıyla  röportaj yapıp yaradılışımız hakkında ne düşünüldüğü sorulsa. Genellikle duyduklarımız  kişilerin kültürlerine göre değişebilen laf kalabalığından öte geçemeyecektir. Duyulacaklar ihtimallerinde başı çeken ise, bu konudaki düşüncelerin tek birleşeni, “sadece anlamaya çalışan” beyinlerin bir takım ezberlerinden ibaret  sözleri olacaktır. Ama bilim insanlarının yaradılış hakkındaki yorumlarını öğrenmeyi çok isterdim.

Bildiklerimiz net olan gördüklerimizdir. Fakat kabul etmek zorunda kaldıklarımızla, dinin etkisinde kalıp, menfatlerinden istifadeyi seçip meylettiklerimiz bizi anlamaya götüren yol olmayacaktır asla. Mesnetsiz bulan bazılarının da netleşmemiş düşüncelerinden, hayatı birkaç cümleye sığdıracak kadar hafife aldıklarını da anlarsınız. Aslında kişiye ve yaşananlara göre değişen milyarlarca cevap. Fakat daha sırrına eremediğimiz ve dünya gözüyle eremeyeceğimiz aleni  olan tek bir gerçek var. O da Yaratılış ve Yaratan gerçeği. 


Ece Evren / İstanbul / Şikâyetname 2. Bölüm                                                                                                                


                           




5 Aralık 2015 Cumartesi

Şikayetname 1

Dua-Eden-İnsan
Şikayetname 1

1. Bölüm

 

Bütün blogger arkadaşlarımla bugün başlayıp “Ben Deist Olabilir miyim” yazımın devamı niteliğinde  ve bir başlık altındaki  yazılarımı paylaşmak niyetindeyim.
           

YARADANIMDAN CEVAP BEKLEMİYORUM, AKLI BAŞINDA OLAN HER İNSAN GİBİ… ZİRA ALAMAYACAĞIMI BİLİYORUM.


Ama yazmak zorundayım, aklımda gittikçe biriken  özgün düşüncelerimin fışkırmaya az kalan, eğer hürriyetlerini teslim edemezsem beynimin bir yerini tıkayıp adeta orada habis bir ura dönüşeceklerini anladığım bu günler de bunu yapmak zorundayım. İnsan olduğumu ailemin içinde fark ettiğim zamanlardan, içinde sıkışmış hissettiğim bu güne kadar, hiç de iyi şeyler yaşamadım. Tüm bunların bana nimet olarak dönüp dönmeyeceklerinden emin değilim. Burada kim bilir belki milyarlarca insanın içinden geçirdiği soruyu sormam gerekir: “Ayrıcalığım ne ki bunları çektim?’’ Zehir bile alsan dünyada,bedeli neyse aldığın zararı katlayıp veriyorsun.


Peki, ben bunca bitmişliğimin ederini nasıl tahsil edecektim? İnsanların anlayışsızlığıyla bugünden sonra  yaşamımın daha da çetin olacağını tahmin etmek güç değildi. Dünyada  günde kim bilir kaçlarcası çeşitli şekillerde ölen, sıfır yaş grubundan en azından ellisini göremeyen insanlar? Bombalarla ölenler, kafası koparılanlar, toplu veya yarı canlı gömülenler ve onların “Ne oldu bize?” diye sorma hakları… İşkence çekenlerin, özürlülerin ve onlara bakanların ve bizzat kendilerinin çektikleri? Deliler, meczuplar? Bu haldeyken bir de, işkenceye uğrayıp canlarının acıdığını hissedenler? Onların çektikleri acıların bedeli, ya da nasıl mükâfatlandırılacakları? Bunları görüp seyrederken bile dayanamazken, içlerimizin bu acılardan gördüğü zararlar?


Birbirimize söylediğimiz bir tek kelimeyle yani “ŞÜKRET!’’denmesiyle durur mu dürüst sorularımız? Durmalı mı? Bunları düşünüp; Allah’a ancak yüreğimizle sorunca KÂFİR mi oldum şüphesiyle korkup içimizi de mi susturmaya çalışmalıyız? Susmalı mıyız, ya da nereden almalıyız cevaplarımızı? Sahipsiz ve her türlü tehlikeye her an açık hissetmemiz niye? Bir eşya kadar değersiz miyiz ki garanti belgemiz bile yok. Kabir azabı var diyelim. Hani ruh yükselince, can bomboş yığından öte bir şey olmazdı? Zaten bunları yazan da söyleyen de bizim gibi kullardan başkası değil. Bazıları içlerinden “Bir de kertenkeleden korkuyorsun, toprağın altına nasıl gireceksin?’’ diyor. Daha buna benzer nice söylemleri…

On gün önce, bir ameliyat geçirdiği için Ankara’ya ziyaretine gittiğim seksen küsur yaşındaki yengemin önce insan, sonra Müslüman biri olduğumun farkındalığıyla; hayatımdaki bütün tersliklerle başa çıkıp, asude ve etik bir hayat yaşadığım için beni takdir ettiğini zannederken… Namaz kılmadığımdan dolayı bana “Kızarmış saça alnını değdirip, değdirip çekecekler her namaz vakti…’’diyor. Allah sığınılacak limanın bizzat kendisi ise; namaz da ömrü boyunca hiç aksatmadan kılmış birini feyzlendirmeyip, üstelik kendini karar mercii sayarak söylediklerine referans olur mu, olabilir mi? Bu saçma sapan sözleri ağzına almaması gerekmez mi? İnanç  böyle bir aldanışa nasıl izin verir? Çocuk korkutur gibi söylemler niye? Nerede görmüş böyle bir işkenceyi de söylüyor eminmişçesine?


İmanın beş şartı dışında hiçbir ameli önemsemeyen bu insanların, bir de kişisel tatminler ve maddiyat endişesi  taşıyanlarından korkmaya benzer bir duygu hissetmemiz neden? Onları, aklın kabul edemeyeceği bu saçmalıklarından dolayı ikaz etmekten bile, imanın verdiği tevazuuyla vazgeçerken biz, bir tepkiyle karşılaşabiliriz korkusuyla susanlar da büyük çoğunlukta. Allah’ın verdiği tüm dünya nimetlerinden hiç atlamadan yararlanırken, bir de imanın beş şartını yerine getirebilecek  dinginliğe sahipsen tamam işte, bir de at gözlüğünü  tak, böyle yaşayanlara ne mutlu… Yıpranıp, her türlü belalarla karşılaşıp, yine de bu şartları yerine getirip reklam yapmayanlar ise, işte hakiki  Müslümanlar. Allah insanı böyleleriyle karşılaştırsın, iman ettiğine pişman ettireceklerle değil.


Ece Evren / İstanbul / Şikâyetname                                                                                                                              
         







4 Aralık 2015 Cuma

Yaşam Denen Mucize

Yaşam Denen Mucize


Zaman ile sınırlanmış Âlemleri düşündüğümüzde, ona oranla minicik  bir topa benzer gök cisminde  karınca misali kaynayarak ve  “bazılarımız” ne yaptığımızı bilir, bilmez bir halde yaşıyoruz. Kendimizi  öyle bir kaptırmışız ki dünyaya, hesapların görüleceğini düşünce olarak benimsediğimiz  halde, bu gerçeği bilinçaltımıza çöpmüşçesine itiyoruz. Ya da öyle bir yürekten söz vermişiz ki Yaradan’a bilinçsiz bir baş eğişle devam ediyoruz yaşantımıza. Ama buna son vermeli, baş eğişimizi, imanımızın gerektirdiklerini uygulayarak desteklemeli ve güçlendirmeliyiz. Allah muhakkak ki, bizim bu büyük varoluş mucizesini anlamamız ve tam iman etmemiz  için aklımız yettiğince gayret sarf etmemizi  isterdi diye düşünenlerdenim.


Ama bunu irdeleyenlerimiz bence çok az. Bunu bir düşünce silsilesi oluşturarak yapabiliriz bence. Beynimizi, hayatın güzelliklerinden yola çıkararak ve birazcık da zorlayarak başlamalıyız. Zaten orada, ezelde yüreklerimize  yerleştirdiği imanın mührüyle, “Gerçek Kapısı’nı” Yaradanımız bizlere hafifçe de olsa aralar gibi geliyor. Naçizane düşüncelerimle devam edeyim.


Öyle sonumuzu zindanlar kadar karanlık, her hatamızın günah olarak değerlendirildiği içinde hakiki hoşgörüden, aftan eser olmayan, adeta yaşarken neredeyse sayıyla nefes alın dercesine  yazılan  eserler! Başvurup okuduklarımız, referansları onaylanmışlardan olmalı. Büyük bir insan güruhunun bu devirde bile, hala  peşine takıldığı ezberlerine dayanarak bile olsa, tam tersi tarzda yaşayarak, doğruyu aramak şöyle dursun, yeni yanlışlar katarak hayatlarına “büyük bir gaflet içinde ve başkalarının yaşamlarını da altüst ederek” devam etmelerinin sebebini düşünenler kimler peki? Cuma vaazları... Dikkatinizi şuna çekmek isterim.


Teknolojinin tavana doğru yaklaşarak son hızla ilerlediği  şu günlerde ve eskilerde gavur, şimdilerde  yabancı dediğimiz, çalışkan, insan haklarına saygılı, belli normları oturtmuş, tüm doğayı ve hayvanlar âlemini gün gün, saat saat, hatta dakika dakika  takip edip  araştıran, belgeseller hazırlayıp sunan, seyrederken hayret ve beğenilerimizin doruklara ulaştığı, aklını hakkıyla kullanabilen insanların gayretleriyle kabul ettiğimiz onayladığımız başarıları? Ve bazılarını taklit etmekten  arlanmadığımız günümüzde, en aptalımız, en meraksız ve kendinden geçmişimiz bile neredeyse zekâ patlaması yaşıyor bu sayede. Peki, camilerimizde  huşu içinde hocalarımızı dinleyen vatandaşlardan bazıları; hala riyakârca oturup, aklından belki hangi şeytanlıkları geçirirken, artık ezberlemiş olmaları gereken alt söylemleri bile vurdumduymazlığa teslim edip uygulamazken, az bir güncelleme ile uzayabilen vaazları  dinlemeyi, neden  kullardan korkarak devam ettiriyorlar? Ya da uygulamıyorlar?


Allah’ın insanlara verdiği zamanı, yararlı amellerle geçirmelerini istediği halde ve her şeyde ölçülü olmamızı, bazılarına bolca verdiği imkânların hesabının sorulacağını bildirmesine rağmen bu yüzyılda hala aynı yanlışları sürdürmeleri, gaflette olmalarının  bir uzantısı bence…  Bizlere verdiği, fakat bereketi gittikçe azalan kıymetli zamanı, nafile ibadetlerle geçirerek, bunu neredeyse gösteri haline dönüştürerek ve zaman sona doğru yol aldıkça  daha da uzun tutarak Allah’a yaranacaklarını mı sanıyorlar? Buna  inanıldığını  zannetmek bile çok acı verir, doğruyu az da olsa fark edebilen her insana. Dünyanın amaçsız, tesadüfen, ya da nizamsızca evrendeki yerini aldığını düşünebilir miyiz? Peki, kişilerin egolarını tatmin için yaratıldığına? Bir egoist tatmin olsun, bir sürü insan elinde oyuncak olsun diye yaratıldığına? Bir birleşik devletler ve gizli güçler tarafından bütün devletlerin güdülmesi  için yaratıldığına?


Müslüman olarak doğduğumuz için kredili olduğumuzu düşünmek gibi bir lükse sahip miyiz peki? Belki  inancın sadece Müslümanlıktan geçtiğini sanan, neden yaratıldıklarının farkında bile olmayan sadece işlerine geldiği için ve kendilerince hangi imtiyazlarından? yararlanarak aslında hiç zor olmayan kurallarına, daha kendilerinin bile uymadıkları Müslümanlık adı  altında, bir sürü hedef belirleyip, çoluk çocuk demeden insanları katletmelerini nasıl anlamalıyız? Hangi  inanca ve anlayışa sığdırmalıyız?


Hiç birimiz, hatta kâfirimiz bile hayatının sonunda, belki de sonsuzluğu kaybettiğini anlayarak, iş işten geçip kahrolsa bile hak ettiği  gerçeği mutlaka görecek. Geri dönüşü olmayan cürümlere  kadar uzanan yollar, telafisi  hiç mümkün olmayan suçlar, bazen düşünüp vazgeçtiğimiz, bazen de hiç düşünmeden bir anda işlenen  suçlar…


Gayet zorlu geçmesi  şart olacağını tahmin etmek güç olmayan, son sınava giden  bu yolda her gün, belki her an, her saniye, değişik bir denenip, yanıltmacaların yorucu savaşını veriyoruz. Cinayetler işliyoruz, nimetleri inkâr ediyoruz, kafalar kesiyoruz asırlardır. En büyük günahları belki de önceden belirlenmiş günde asla önünü kesemediğimiz güdümüzden emir  alıp, o ruh haline girip, bazen de aynı acımasız insanlar güruhu halinde, tam tekmil katliamlar yapıyoruz yine asırlardır. Tövbe etmenin bazı günahlara kar etmeyeceğini düşünemiyoruz. Hatta insan öldürmek o kadar doğallaştı ki günümüzde, birini kurşun yağmuruna tuttuktan sonra hala pişmanlıktan nasibini almamış, sırıtacak kadar yüzsüz ve  sadist canilerle birlikte yaşıyoruz.


 Beynimizin değil, sonsuzluğu layıkıyla anlamaya çalışmak, hayal edecek bile kapasitesi yok. Bazen  aldanmak zorundayız. Ama asla aldatılmadık. Gerçek sandığımızdan o kadar  fazla yoğun ki her birimiz başrol oyuncularıyız sadece kendi hayatlarımızın da olsa. Hepimizin sahibi  Allah’ın dilemesiyle ve meleklerin, bunu kayıtsız şartsız imanlarıyla, hem anlayıp  kabul etmeleri ve sonunda hakikaten önümüzde  secdeye vardıkları kadar Allah’ın değer verdiği kullarıyız.


Bizlere o hep tertemiz  kalacak olan ve günahsızlıkla payelendirilip sonsuza kadar kutsal misyonları olan melekler neden secde ettiler? Düşündürücü değil mi sizce de? Takipteyiz, hatta bir nefesimiz bile atlanmadan. Kendi gözcümüz içimizde... Kendi çetelemizi  kendimiz  tutuyoruz, kendimizi yargılayacak kadar tarafsızız aslında. Her bir hatamızı, tek tek ve yeterli  olmadığını düşündüğümüz, iç dürüstlüğümüz ve içlerimize yerleştirilmiş ilk saf halimizle hiç atlamadan kaydediyoruz. Ezeldeki bütünlüğümüze dönene kadar bu böyle sürecek. Sabırsızız, belki de aslımıza bir an önce kavuşmak istiyor ruhlarımız. Yaşarken ne kadar ölümden korksak da, içimiz bir an önce kavuşmak istiyor tamamlayacağı  o yere. Tüm tatminsizliğimiz  ve huzursuzluğumuz, gerçeğin yüreğimize ve hafızamıza damgalandığından, ama farkında olamamamızdan kaynaklanıyor.



İnsanlara; çalıştırmalarına izin verildiği kısmıyla bile beyinlerinin, nice icatlar, keşifler yapıldı kim bilir kaçıncı milattan beri. Peki, aklımızın çalıştırmamıza izin verilmeyen kısmı  beyinlerimize boşuna mı yerleştirildi? Hiç sanmam. Önümüz arkamız sırlarla dolu…


Ece Evren / İstanbul / Yaşam Denen Mucize








3 Aralık 2015 Perşembe

Ben Deist Olabilir miyim?

Deist
Ben Deist Olabilir miyim
Baş paragraf, Vikipedi özgür ansiklopedi projesinden alıntıdır…


Ben sadece esin yoluyla Deistim” Evet, kendi yaşanmışlıklarımın esnalarında, üzüntü fırtınalarıyla boğuşurken kendimi Allah’a en yakın hissettim hep. Kaynaklardan bihaber değilim. Çok kıymetli eserleri tabii ki okurum. Ama hakiki Müslümanlık; anlaması ve anlatılması zor bir din asla değil. İşte ben okuduklarımdan ve bazılarını abartılı bulup, daha çok endişe, korku ve ileriye giderek soğumamak için, iç sesime kulak verdim hep. Saçları düğüm düğüm olarak kendinden geçmiş genç bir doktor, mesleğini yapması, insanlara şifa dağıtması gerekirken bir Kuran’ın şifresi diye tutturdu.
                      
Varsanılar görecek ve kendinden geçecek kadar. Yaptığı aslında Kur-an'ın bir mucize olduğunu anlatmaya çalışmaktı belki... Ama Kuran’ı Kerim'in anlamından ötesini deşmek diye bir şey yanlıştı, değilse de ortalıkta yapılmazdı. Cifirsel hesaplarla, kendi kendine araştırıp sağlamasını yapmadan, gösteriye dönüşünce bu iş, oldukça büyük günaha girme ihtimali belirdi. Aslında cifir ilminin İslam’da da aslı ve hükmü yoktur. Şimdilerde bu doktorumuz ortalarda yok, bir bilgim de yok. İnancımız gereği sürekli başucumuzda duran “Kuran’ı Kerim” için, bir süre “Orada hesap makinesi var da biz mi görmüyoruz ?”diye düşündürttü.

Ve görünmesi imkânsız, sadece akıl yanılmalarından ötürü görüldüğü sanılan varlıkları resmedecek kadar ileri gitti. İslam Dini ve “Kuran’ı Kerim” asla hiç bir şeye alet edilemez. Reklamı yapılmaz. Namazla oruç övünç vesilesi olamaz. Faydası kendinize, takdiri Allah’a aittir. Ancak tavsiye edebilirsiniz. Bunu herhangi bir nedenle yapmayan ya da yapamayanlara… O da bir kere olur. Ben inanıyorum ki çok irdelerseniz günaha girersiniz. Bazen gördükleriniz sizi yanıltabilir. Ve daha birçok yanlış… Bu durumlardan hep üzüntü duydum. Ezberlenip inanılan şeklinden,   uygulanması gerekenlerinin kişisel ibadetlerde sıkışıp kalmasından, asla uygulanmadığından, buna rağmen, Kuran’ı Kerim ayetlerinden surelerin olur olmaz yerlerde bahsedilmesinden, siyasi söylemlerin içinde geçmesinden, kaçıncı asırda hala değişik manalar çıkarılmasından bir de bunu “Müslümanlık” başlığı altında sergilenmesinden dolayı çok kederlendim.

 Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, sanki Allah ‘‘Sürekli tekâmül edin, etik bir şekilde kendinizi yenileyin, geliştirin!’’dememiş de  “Alın size tüm nimetlerden bir oyuncak, oynaya oynaya bozun, belki eski şekline getirebilirsiniz, ya da doğru yoldasınız.’’ demiş… Şirkten Allah’a sığınırım. “Tüm bu saçmalıklar bana ulaşan yoldur ’’ demişçesine gaflette birileri. Yazık çok yazık, Allah ve sayısı ancak onun varlığında sabit olan insanların arasındakiler. Tek ALLAH ve biz, bir de bizim için doğru olduğunu bildirdiği yapmamız gerekenler. Aslında bu kadarı yetmeli bize. Ben ve Allah, aramıza kimse girebilir mi? Tabii ki HAYIR… İşte bunca insanla aynı anda kontak halinde olduğunu, bunu yapmak için de hiçbir gayrete gerek duymadığını düşünürsek ki bu olayın sadece insanlarla olan kısmı. 

KÂİNAT,  ÂLEMLER,  GÜNEŞ,  AY, BİTKİLER ÂLEMİ, HAYVANLAR ÂLEMİ ve  daha bilmediğimiz niceleri. Üstelik de tüm bunların tek bir gücün yönetiminde olması. Tatminsiz ruhlarımızın “Görmeden inanmam!” diyerek istedikleri mucize budur işte. Daha ne görmek istiyoruz ki? Gördüklerimizi ve belki anlayıp, ya da algı bozukluğundan anlayamadıklarımızı daha üstümüze oturtup değerlendirememişken ve uygulamamışken bu istek niye? Onları da keşfedip, Allah yolunda harcanmayacağı netleşen açgözlülüğümüzden ve sırf nefsimiz için istediğimiz artık kesindir. Bu konularda yazdıklarımı ve yazacaklarımı paylaşacağım sizlerle. Tam bir deist olmak için çok yolum var. Aslında incelemedeyim, sadece esin yoluna talibim. Belki yaşım yetmeyebilir, zira son çeyrekteyim.

 Sağlıcakla kalın.


Ece Evren / İstanbul


2 Aralık 2015 Çarşamba

Zaman Şahidimdir.

Zaman
Zaman Şahidimdir

Ben bir hasta tanıdım, Onunla yaşamanın zorluklarında yitip giden  otuz beş senemin bir gidip bir gelen can çekişmelerine, bir yaşamın nasıl öldürülebileceğinin hem kurbanı hem de seyircisi oldum. Kaoslarının içinde benliğimi yok ettiğini, geriye hiç bire yakın az şey bıraktığını, yaşama sevincimin katlini  aynadan görür gibi seyrettim. Dünyada nihayet hakiki ölümüm gerçekleşmeden sevinçlerim, güzel duygularım, emeklerim hepsi heba olup giderlerken ben sadece seyrettim hiç müdahale edemeden. Ayaklarımın altında bana engel olan, onların hatırına  bana yapılanları hoş gördüğüm  çocuklarım vardı. Onların canları acırdı.


Ben bir hasta tanıdım. O benim bir zamanlar hiç uzak kalamadığım, yanımda değilken sinir krizleri geçirecek kadar zorlandığım kocamdı. Ben hastamı  yitirdim çok sonra, ne yazık ki onu hiç özlemiyorum. Kalan  bana ondan, hasta olmadan hastalanmaktan beter nasıl olunurmuş öğrenmekti. Gerisi yalandı. Gerçek olan tek elle tutulur şey, canım kızımdı.

Babasının cenazesini gömerken akan gözyaşlarına kocasının ihanetinin  acısının, yüzsüzce karışan damlalarını  da çaresizce katan  kızım. Kardeşi öldüğünde olduğu gibi, acısını terbiye çerçevesinde gizleyip, yaşama hasletine doğuştan sahip ve sırf benim daha fazla hırpalanmamam için yüzünden <gülümseyen maskesini > asla eksik etmeyen kızım. Kocasından ihaneti yüzünden derhal ayrılan bir kadın ve dört yaşındayken anne ve babasının  boşandığını  öğrenmek zorunda bırakılan, bana açıklama görevi verildiğinde ise puslanan mavi gözlerinde içinin acısını net gördüğüm masum, güzel torunum. Zincirleme kaza tadındaki yaşadıklarım beni hayattan gittikçe uzaklaştırıyordu.

Ben bir hastayla yaşadım sonra. O hasta tam da yüreğimin üstünde yatıyordu. Kaldırmaya çalıştıkça ben sanki daha da ağırlaşıp ezerek adeta nefes aldırmıyordu. Onu orada taşımanın, yorgun eşliğinde, babası için inci gibi gözyaşları döken ve sekiz sene bu halden kendiliğinden çıkamayacağı bildiğim  halde yardım edememenin ve buna izin verilmemesinin sıkıntısını yaşadım,yaşadık. Ayrıldığı eşinden hala ürken, yüzünün sağ tarafı  felç olan  kızım ve ağlama nöbetlerinden kurtulamayan torunum, ona bir duvar öteden eşlik eden gözyaşlarım… Kızımın yüzünde ise gülümseyen maskesi hala duruyordu. Aslında doğduğundan beri mutlu, hayata güzel bakan bir evlattı. Aynı isminin manası gibi. Hep huzurdan iyilikten ve barıştan yanaydı.

Duaların kötü insanlara işlemediğini, onların kötü düşüncelerinin etkisinin üzerimizden kalkmamasından anlıyordum. “Onların boyunlarına birtakım bağlar (kelepçeler) yapmışızdır, gerçeği görmek için etrafa bakmazlar, bakamazlar! “Yasin Suresi, ayet 9 ve 10 ha korkutmuşsun kendilerini ha korkutmamışsın, imana gelmezler.’’ Bu,Kur'an da misalleri geçen ve kötü örnek insanlardan biriyle, tam otuz sene irtibatı kesemememiz, bir belanın, hayatımıza çöreklendiği demekti. Az zarar almak için, günlerimizi  zekice manevralarla geçirip, bir gün belki ondan kurtulacağımız bir hayat diliyorum hala. Artık huzura ihtiyacımız olduğunu bildiğim  bir hayat.

Kocamın ölümünden on dört sene sonra, kızıma ve torunuma kendimi adamış ve stabil hale gelmişken, bir gün hayatın kapımı çalmasıyla uyandım. Kadın olduğumu hatırladım bir an. Ve sanki hep öyle olacağım hissettirildi. Aldandım! Bir tek zaafım, sevilmekti. Kırk Beş sene önce sevildiğimi bilerek, onu terk etmiştim. Onun tarafından unutulamayacağımı da biliyordum. Ama yine, yeni bir hastayla  ilişki yaşayacağım aklıma bile gelmezdi. Aslında ilk gün söylediği sözü hafife almamam gerekirdi.

“Ben seni kendi egom için aradım!’’ Ben ise egoistliğin manasını hiç bilmemezlikten gelmiştim hayatım boyunca. Çünkü benim için çok kötü bir kelimeydi. Değil ki onun başlığı altında yapılabilecekler, sergilenecekler ve göreceklerimi tasvip etmem imkansızdı. Kocamın, bu konuda tam tersi, evine düşkün olduğunu hayretler içinde fark ettiğim, onun dışındaki tüm huyları benzeyen, hafif değişik bir versiyonuydu kendisini bana sevdiren adam…

Kocamdan on yaş küçük, fakat aynı gün doğumlular. İnanamıyordum. Çekim gücüdür  sadece diyordum. Aklıma başka bir şey gelmiyordu. Bu sefer egoizmin pençesindeki hayatıma dalan hasta adamın on yedi yaşı geliyor bir an gözlerimin önüne. Terbiyeli, uysal… Sadece gözlerini bana dikip anlamsıza yakın bakışları. Başta hiç ama hiç, gitgide  terbiyesizliklerini sergilemesine bir mana veremiyorum. Herkesten özverimle aldığım sonuçları bundan asla alamıyorum. Ne o ve ne ben birbirimizi sevmekten vazgeçemiyoruz. Düşünmekten kurtaramıyorum kendimi.

Bana bu ikinci gelişinde de, on yedi yaşındaki bakışları vardı gözlerinde… Neden diyorum?  Neden değişti? Bir insan sadece evlenince mi aynı bakış oturur gözlerine? Ben onu da yaşamadım bilemiyorum. “Senelerce seni  içimde yaşattım, ben alışığım sensiz olmaya, bir lokma sen yetersin bana, sen de öyle yapsana...’’ diyor bana, çıldırıyordum. Hayatında mıyım, yoksa çoktan mı atıldım bilemiyorum. Bir kitap yazdım. Kararttığı pazar günlerini koydum adını. <Kara Pazarlar> Ama hala yazıyorum. Bana gün be gün, üç yüz kilometreden yaşattıklarını. Vazgeçemiyorum. Kaybetmeyi sevmiyorum. Haftanın tüm günleri artık Pazar günlerim gibi karartıldı. Şimdi Karartılmış günlerimi yazıyorum. Ama hiç rahatlamıyorum.                                                                          


Ece Evren / İstanbul / 04.08.2015
          

1 Aralık 2015 Salı

Bugün Yasımız Olmalı

Yas-Hüzün-Keder
Bugün Yasımız Var
Bugün yasımız olmalı ve yasımız ilk defa konuşulmalı…

Bugün ilk defa bir şeyin bu kadar acı verdiği…

Bugün utançlar var belki hepimizin payına düşen…

Bugün acıların ilk defa sahibinden dile geldiği…

 Volkanın masum bir patlaması gibi, içi lavlarla dolu oysa…

Bugün kardeşim  ilk defa .

Biz ise,ancak bugün konuşmalıyız ilk ve son defa... 

Üstünü örteriz belki biz zamanla...

Ama onda kırmızı bir örtü, her gün belki bin defa…

Kırmızı tükenmez lazım bana, belki de kırmızı mürekkepli dolma kalem…

Özellikle ağlayan duygularımın önünde diz çöküp, kendimi teselli etmem lazım.

Durduramıyorum gözyaşlarımı, dururlarsa ihanet…

Hatta şu arka taraftaki dağlara çıkıp, bir günler sevdiğime aynı dağlarda,

 Arabanın camlarını açtırıp ‘’Seni seviyorum …’’diye bağırmanın utancıyla,

Aynı dağların eteklerinde bu defa “Neden?” diye çığlıklar atmak istiyorum.

Neden? Nasıl? Niye? Hepsi birden, kaç senesinde?

Lanet olası terör mü, kan davası mı yoksa?

Her yer kana bulanmış, seneler geçmiş oysa…

Biri var aramızda, seneler geçse de bu yük omuzlarında.

Neden? O dört çocuk ve kırmızıya bulananlar…

Kimse değmesin bana, sormasın, daha ben cevap bulamamışken sorularıma…

Seneler sonra ilk defa, başım kendime çektiğim dizlerimin arasında.

Geç kalmış bir sürü başsağlığı sıkıştı yüreğimde.

Ama ne fayda…
                                                                   


Ece Evren / İstanbul /  27.temmuz.2015



28 Kasım 2015 Cumartesi

Mecnun Gibi Sevmek

Sevmek-Aşk
Mecnun Gibi Sevmek

Keşke beni sevdiğin gibi sevebilseydim, keşke… Olmuyor, zira önce sen sevdin beni. Ben de beni sevdiğin için sevdim seni.


Bugün “Sevmek mi, sevilmek mi  güzel” diye uzun uzun düşündüm. Gözyaşlarım, içimin zehrini akıtacak cinstendi. Sevmek sevmeyi bilince mutlu eder sevileni, bunu anlamam zor değildi zaten. Senin sevgin mutlu eden cinstendi; hücrelerime kadar hissettirdiğin. Benimki ise, sevdiğine pişman ettirecek cinsten. Kınadım kendimi hep… Bir kâğıda yazdım yanlışlarımı, her zaman seni kırdıklarımın bir adım arkasından gelen pişmanlıklarımda buldum onları bir bir. Ben değişmek için gayret sarf ettikçe, isyankâr  ruhum aklımı adeta devre dışı bırakıp hırslarıma izin vermekte.  Senin deyiminle “Mantığının almadığı'', sebebi ise yaşadıklarımda mahfuz, ama  beni de yerle bir eden haller sergilettiler  bana.”

Tabularım vardı. Hayatıma kötü anılar bırakan iki erkek tarafından sanki ben hiç mutlu olmayayım diye onlarla yaşadığım zamanlarda, kişiliğime adeta özenle yerleştirilmiş… Biri babam diğeri ise eşim... Aslında asıl senin hak edeceğin kadar muti  biriydim  ben... Sevgin o kadar sıcak  ve o kadar doğaldı ki. Seninle gelseydim eğer bu günlere kendisine güveni tam biri olurdum. Onca çok beğendiğin güzel huylarımla birlikte… Benim  zaten şekillenmeden çıktığım o mutsuz yuvadan, hem anlamakta hem dâhil olmakta çok zorlandığım, ama mecburen hayata katılmam; kadınlığımın  hiçbir  hakkının bana teslim edilmemesi beni zaman içinde isyankâr biri yapmıştı. Ben bugün çok düşündüm.

Beni onarmaktan vazgeçmeyeceğini biliyorum, ya da umuyorum. Ama bazen beni değiştirerek mutlu olacağımı sanıyor ve aldanıyorsun. Çok büyük tepkiler veriyorsun. Benim gözüm dönerse çok tehlikeli olurum. Bunu zeki olduğun için sezmene rağmen üzerime geliyor, sınırlarımı ihlal ediyor ve beni çok zorluyorsun. Biraz sabırlı olsan? İnsanın hamuru son şeklini aldıktan sonra artık değiştirilebilir mi? Daha çocukken, oyun hamuru gibi sıkıp bir kenara konmuş, sayısını bilemediğim kadar fırınlanmış. Şimdi o kabuklanmış yerlerimi asabice koparmaya çalışıp ruhumu acıtıyorsun sen. Aslında tek şikâyetin  kıskançlığım.  Ama o  hiç geçmeyecek. Sadece ben onu gizlemeye ve seni izlemeye, üşenmeden çetele tutmaya devam edeceğim. Ta ki değiştirmemekte ısrar ettiğin huylarından ve beni layık olmadığım bu yaşam tarzından azat edene  kadar. Zaten  yapmamanı istediğim şeyler ,bir kadının asla kabul edemeyeceği ve alışkanlık haline getirdiğin  kusurların. Yaşının ağırlığına sahip değilsin. Beni en çok üzen de bu…


Gayret etsem de  değişemem. Bunu hiç  istemiyorum. İçime telkin, aklıma belli bir yol ve duygularıma kota uygulamam gerekiyor. Sessiz ve sensiz kaldığım bu günlerde; şu güne kadar birbirimize verdiğimiz maddi, manevi zararların  maliyetlerinin tespitini yapmam lazım. Kendime olan güvenime  halel getirmeden; ani çıkışlarıma hükmetmem ve bunu mutlaka başarmam gerekiyor. Zira yapımı fazla değiştiremem, Zararlı olduğunu benim de teyit ettiğim ama en çok da benim zarar gördüğüm, o sürekli içimi  kemiren şeylerden kurtulmak belki  zor olacak. Sonunda dilerim ruhum huzura kavuşacak. Senin diğer kusurlarından söz etmeye  başlamadık bile… Neden acaba? 

Ece Evren / İstanbul / Kara Pazarlardan